Markalaşan kimlikler arasında

-
Aa
+
a
a
a

Hepimiz dünyaya yalnız geliriz. Hayatın ilk aylarında dünyamızda “annem ve ben” dışında kimse yoktur. Sonraları ben, annem ve diğerlerini fark ederiz.  

 

“Ben” olmaksızın sosyalleşme sağlanamaz. Ruhsal yapımızı fark etmemizi sağlayan ben kavramı, edindiğimiz ilk kimliktir. Sosyalleşme, “ötekilerin” farkına varılması ile başlar. Ben, annem ve ötekiler diye başlayan algılama süreci ilk halkasını ailede tamamlar. Ben kimliği üzerine edinilen ikinci kimlik “ailem” kimliğidir. Bu süreç, benim ailem, benim sülalem, benim aşiretim biçiminde halkalar halinde büyür. Yanı sıra okul arkadaşları ve diğer sosyal ortamlar belirir.  

 

Sosyalleşme ötekinin varlığı ile başlar. Öteki kavramı merak uyandırdığı gibi taşıdığı belirsizlik nedeniyle kaygıya da yol açar. Ötekinin gizemini gidermenin yolu ise tanımaktan geçer. Nasıl biridir, hangi ailedendir, kimlerdendir, nerelidir sorularına yanıt arar, çoğumuz. Ötekinin gizemi çözüldüğü ölçüde sosyal çevre genişler. Genişleyen sosyal çevre ile aile, sülale, aşiret, millet biçiminde genişleyen üst kimlikler ediniriz.

 

Ulusal kimlik ise, diğer üst kimlikler gibi sırası gelince ortaya çıkar. Doğuştan edinilen kimliklerden değildir ulusal kimlik.

 

18.yüzyıl sonunda başlayan milliyetçilik rüzgarları etnik kimliği popüler kılmış ve milli devletlerin tohumlarını atmıştır. Anadolu’da ise; Atatürk, biraz feodal biraz ümmet toplumundan yeni devlet kurmanın yolunu milli devlet, milli birlik ve milli piyasa olarak belirlemiştir. Ancak Anadolu bir köprüdür ve ırklar mozaiğidir. Bu nedenle doğal ırk temeline dayanan milliyetçilik yerine, idealist milliyetçilik ile toplumu bir araya getirmeyi denemiştir, Atatürk.

 

Bu topraklar üzerinde kendini Türk olarak hisseden herkesi kucaklayan milliyetçiliğin etnik kökenden çok idealist özellikte olması, üst kimlik olarak kabulünü kolay kılmıştır. Dünyada determinist milliyetçilik rüzgarlarının estiği 20. yüzyılda Anadolu idealize edilmiş bir milliyetçiliği yaşamıştır.

 

21. yüzyıl ile birlikte, kapitalizmin küreselleşme rüzgarları ve dünyayı tek pazar haline getirme çabası milliyetçilik duvarına çarpmıştır. Küresel piyasa, küresel birlik ve küresel devlet yönünde ilerleyen ticari kapitalizmin öncelikli hedefi ulusalcılık olmuştur. Küreselleşme, milli pazarları küresel pazarlara dönüştürürken milliyetçiliğin tanımını da değiştirmiştir. İdealist milliyetçilik ile determinist milliyetçilik arasındaki denge determinizm lehine bozulmuş, insanlar ırksal geçmişlerini analiz ederek etnik kimliklerini bulma çabasına itilmiştir. Milliyetçiliği insan özünden bağımsız, tesadüfi bir alt kimlik olarak görme eğilimi toplumun geneline yayılmış, ulusal kimlik markalaşmıştır.

 

Anadolu’da ise ulusalcılığın markalaşmasını sağlayacak determinist açılımın olmaması, etnik kimliğin markalaşmasını önlemiştir. Bu topraklarda yaşayanların çoğu atalarının ırksal kimliğini belgeleyememekte, hatta bilmemektedir. Ulusal kimliğin marka olmasına olanak yoktur bu topraklarda. Kapitalizmin dayatması ile idealist milliyetçilik sahneden silinmiş, yerine yeni kimlik konulamaması milliyetçiliğin içinin boşalmasına, sahipsiz kalmasına yol açmıştır. İnsanlar biraz ümmetçilik biraz da hemşerilik, aşiret ya da aile kimliği biçiminde alt kimliklere sığınmıştır. Aile kayırmacılığı toplum geneline yayılmış dini organizasyonlar güçlenmiştir.

 

İş burada kalsa iyi…

 

Küresel kapitalizm, etnik milliyetçiliği küresel marka milliyetçiliğine dönüştüren yeni üst kimlikler ile yayılıyor dünyaya. Aynı markayı tüketen insanların ülkelerinden bağımsız olarak kendilerini yeni bir ulus gibi hissetmeleri bekleniyor ve destekleniyor. Ulusal kimliğinin ne olduğunu bile sorgulamadan, tükettiği kola, giydiği bluejean ya da spor ayakkabı markasına göre üst kimlik oluşturmaya çalışan insanları boşuna mı giderek daha çok görüyoruz?

Üstelik bu yeni kimliğin özü, sadece tüketim kültürünü barındırıp diğer kültürleri dışladığı için alt kimlik de gerektirmiyor. Küresel kapitalizm doğrudan bireyi, çocuğu hedef alıyor; aile, sülale, aşiret gibi üst kimliklerin oluşmasına bile fırsat vermeden pazara aktör olarak sunuyor. Aynı pazarı paylaşan, ancak sosyal kimlikleri gelişmemiş bireylerin sayısı giderek artıyor. Sosyal yanı zayıf, yalnız bireyleri daha çok görüyoruz.

 

Yeni küresel milliyetçilik, tüketim kültürü ve markalar üzerinde şekilleniyor. Üzerindeki marka ile özdeşleşen, diğer markayı düşman belleyen yeni bir ulus doğuyor. Öyle bir ulus ki, toprak, vatan, ülke, sınır vs. gözetmeksizin asosyal tüketim kimliği ile ürüyor. Sayıları giderek artan bu asosyal insanlar, içinde bulundukları toplum ile empati kurma gereksinimi de duymuyorlar. Toplum sorunlarına duyarsız, çözüm üretmekten kaçınan, pasif ve biraz da cool özelikleri ile dikkat çekiyorlar. Yaşam dengelerini sadece küresel pazara ait olabilme üzerine kurup, tüketememe ile yaşayamamanın aynı şey olduğuna, hatta dünyanın bir mağaza olduğuna inanıyorlar.

 

Ancak, insanın dünyaya yalnız geldiği ve aile ortamında kimliğini bulduğu gerçeği henüz değişmedi. Bireyin üst kimliklerini tanıyıp seçmesini sağlayacak aile ortamı, her şeye karşın şimdilik bu sürece direniyor. Bireyi hayata aile hazırlıyor ve bu nedenle küresel kapitalizmin yeni hedefini oluşturuyor. Günümüzde aileyi markalaştırıp tüketim objesi haline getirmeye çabalıyor, küreselleşme. Benliğimizi, kimliğimizi borçlu olduğumuz aileyi reklam ve televizyon dizilerinde tüketim objesi olarak giderek daha çok görüyoruz.

 

Ne zamana kadar?

 

Gelişen teknoloji laboratuar şartlarında, aileden bağımsız olarak insan klonlayıp yaşatmayı başarana kadar.